Giriş
Ölüme yalnızca tıbbi değil, hukuksal, ekonomik, antropolojik, dini, sosyal ve diğer açılardan yaklaşmak mümkündür. Doktorların, ölümün yalnızca tıbbi yönüyle ilgilenmeleri onları eksik ve yetersiz kılar. Çünkü, hasta-doktor ilişkisi bir teknisyen-makine ilişkisine indirgenemez; doktorlar, hastalarının bir insan olarak gereksinmelerini dikkate almak zorundadırlar. Daha ileri giderek, bunu dikkate almadan doktorluk yapılamayacağı bile söylenebilir. Doktor-hasta ilişkisinin gittikçe artan biçimde mekanikleşmesinde; doktorların eğitilmelerindeki yanlışlar kadar, toplumların yaşama bakışlarında maddeciliğin egemen olması da önemli bir etkendir. Karşılıksız yapılan veya karşılığı maddi olmayan bir iyi eylem, düş ürünü olmak zorunda değildir. Doktorluk; ne kadar gelişmiş teknolojiler kullanılırsa kullanılsın, özde, iki insan arasındaki özel ve çok yakın bir ilişki biçimi olmayı sürdürmelidir.
Ölüm nedir?
Sürekli iç içe, yüz yüze olmamıza rağmen; üzerinde zorunlu kalmadıkça konuşmadığımız bir konudur ölüm. Bu tutumumuzun, mantıklı sayılabilecek açıklamaları vardır. Konu, pek hoşa gitmez ve çoğumuz için iticidir. Öte yandan, bir doktor olarak “ölüm” konusuna uzak durmamız söz konusu değildir. Yaşamın kalitesini artırmaya ve süresini uzatmaya yönelik çabalarımızın; ölümü tanımadan, ölümü yok sayarak anlam kazanması ve başarılı olması mümkün değildir.
Ölüm ile yaşam arasındaki bağlantı bu iki kavramın tanımlarında kendini çok iyi sergilemekte; yaşamı tanımlamadan ölüm tanımlanamamaktadır… Ölümü genel anlamıyla “yaşamın olmaması” biçiminde tanımlamak çok pratik bir çözüm gibi görünmesine rağmen, bu tanım yanıltıcı olabilir. Uzayda yaşam olmaması ile uzayın ölü olması aynı değildir. Ölüm, yalnızca yaşamış veya yaşamakta olan varlıklar için söz konusu olabileceğinden, uzayın ölü olduğunu söylemek onun yaşamış olduğunu söylemek olur. Ölümü daima yaşama başvurarak tanımlamak zorunda olmamız, bizi yaşamın tutarlı bir tanımının gerekli olduğu yargısına götürür. Ancak, yaşamın her koşulda doğru ve anlamlı olan bir tanımı yapılamamış ve sınırları belirlenememiştir. Bu nedenle ölümün de ideal bir tanımı yapılamaz. Doğa, yaşam ile ölümü birbirinden ayırma konusunu bizim kadar umursamıyor gibidir!
Yaşamı, canlılığı belirleyen öğeler olarak şunlar gösterilebilir:
- organizasyon,
- uyarılabilirlik,
- hareket,
- büyüme,
- üreme,
- uyum sağlama.
Bazı canlılarda bunlardan bir veya birkaçı bulunmayabileceği gibi (virüslerde hareketin olmaması), bazı cansız varlıklarda bu özelliklere rastlanabilmektedir. Örnek olarak, gökcisimleri yukarıdaki özelliklerin bazılarını gösterebilir. Uygun koşullarda kendi kopyalarını oluşturma yeteneği gösteren inorganik maddelerin varlığı; binlerce yıl hiçbir metabolik etkinlik göstermeyip kültür ortamında üremeye başlayan virüslerin bulunması, canlılık kavramının sınırlarını belirsizleştirir. Canlılığı tanımlamadaki bu karmaşa yalnızca bir felsefe sorunu değildir. Canlılığı tanımlamadan ölümü tanımlayamıyor olmak; hepimizi ilgilendiren, işimizi etkileyen bir soruna dönüşebilir. Ölüm, birer doktor olarak, kimi zaman çabalarımızın odak noktasını oluşturmakta; kimi zaman başarımızın derecesini belirlemektedir. Doktorların, ölüm olgusunu zihinlerinden uzak tutmak, anlamaktan kaçınmak gibi bir seçenekleri yoktur. Hastaların gözünde doktorlar, ölümü bilen kişilerdir. Önceki yüzyılın aksine, ölümlerin artık dörtte üçü hastane ortamında gerçekleşmektedir; hastaneler bu yönleriyle birer ölüm evidirler. Belki de bu yüzden insanların üçte ikisi, ellerinde olsa, evlerinde ölmeyi tercih edeceklerini söylemektedirler.
Hücrenin ölümü
Hücre ölümü, “hücre zedelenmesi” kapsamında ayrıntılı olarak ele alınan bir konudur. Burada yalnızca kısaca anımsatılacaktır.
a) Nedenler ve ölüm süreci
Canlı organizmada canlılık özelliklerinin tam olarak korunduğu en küçük birim olarak kabul edilen hücreler normalde sürekli olarak uyarılır ve bu uyarılara uygun karşılıklar vermeye çalışırlar. Bu işleyişi aksatan bütün etkenler ölüme neden olabilir. Çoğu canlı organizmanın vücudunun önemli bir kısmını oluşturan su bile hücreler için toksik olabilmektedir. Gene de, hücre ölümüne yol açan maddelerin temelde hangi düzenekleri bozdukları söylenebilir. Hücrenin ölümü ile sonlanan olaylar dizisinde, birbirleriyle çok sıkı ilişkileri olan bu düzeneklerin her birinin biraz da olsa katkısı bulunur. Dolayısıyla, hiçbir düzenek diğerlerinden tamamen bağımsız değildir.
1. Enerji üretiminin bozulması
Enerji, hücrenin canlılığını ve normal işlevlerini sürdürmesi için gereklidir. Normal olarak aerobik glikoliz ile sağlanan enerji, olağanüstü koşullarda başka yollarla da sağlanabilir. Ancak, hücre belli bir süre sonra yeniden aerobik glikolize dönmek zorundadır. Enerji üretimi en sık oksijenin veya glikozun yeterli olmadığı durumlarda (hipoksi, hipoglisemi) bozulur. Oksidatif fosforilasyonu aksatan etkenler de enerji üretimini bozabilirler. Bunlar arasında siyanür, karbonmonoksit, azid ve dinitrofenol sayılabilir.
Hücrede membran zedelenmesine yol açan bütün etkenler enerji üretimini de dolaylı olarak bozarlar. Enerji üretiminin düşmesi, öncelikle sürekli olarak yüksek enerjiye gereksinme duyan Na-K-ATPase pompasını etkiler ve hücre içi Na miktarı artmaya başlar. Bu, hücre içine aşırı miktarda suyun girmesine ve şişmeye yol açar. Bu arada, hücre membran proteinlerinin yenilenmesi süreci de devam etmek zorundadır. Ancak, protein sentezinde rolü olan ribozomların endoplazmik retikuluma yapışık ve iş görür durumda kalmaları da enerji tüketimini gerektirir. Bunların yetersiz enerji ve endoplazmik retikulumun şişmesi nedeniyle sitoplazmaya dökülmeleri, proteinlerin üretimi ve taşınmasını aksatarak oluşmakta olan membran zedelenmesinin daha ağırlaşmasına yol açar. Hücre içi su miktarının artması mitokondrilerin de şişmesine ve oksidatif fosforilasyonun bozulmasına neden olur.
Hipoksi-hipoglisemi sonucunda geçici bir önlem olarak anaerobik glikolize yönelen hücrede kısa bir süre sonra normale dönüş sağlanamazsa, anaerobik glikolizin asidoz gibi istenmeyen etkileri hücre zedelenmesinin şiddetini daha da artırır. Bu durumda hem hücre ve organellerin membran fonksiyonları, hem metabolik fonksiyonlar hem de genetik materyalin korunması fonksiyonu aksayacak ve yukarıda sayılan hücre ölümü ile ilgili bütün düzeneklerin işe karışması ile önce geri dönüşsüz zedelenme, sonra da hücre ölümü meydana gelecektir.
Geri dönüşsüz zedelenme, hücrede hala canlılığa özgü birtakım etkinlikler sürüyor olmasına rağmen, bütün koşullar normale dönse bile, hücrenin canlılığını tam olarak kazanma şansının kalmadığı bir dönemi simgeler. Ölüm ile canlılık arasındaki bu aşamanın tam olarak hangi anda ve hangi hücre içi fonksiyonun kaybıyla ilişkili olarak başladığı kesin olarak saptanamaz. Bir hücredeki zedelenmenin derecesinin ne zaman geri dönüşsüz zedelenme, ne zaman ölüm olarak adlandırılabileceği de açık değildir.
2. Hücre zarı işlevlerinin aksaması
Membran fonksiyonları, enerji üretiminde aksama olmadan da, serbest radikaller, kompleman sisteminin etkinleşmesi, toksinler ve enzimlerin etkisiyle zedelenebilir. Bu zedelenme çok şiddetli olduğunda doğrudan ölümcül olabileceği gibi, hafif olduğunda yalnızca hücre içine aşırı miktarda su girmesine ve şişmeye yol açabilir.
3. Genetik bozukluk
Hücrenin DNA’sındaki bozukluklar herediter veya edinilmiş olabilir. Her iki durumda da, yapısal proteinlerin, hormonların ve enzimlerin üretimi aksar. Bu tür bozukluklar, hücrenin mitoza geçmesini veya başladığı mitotik süreci tamamlamasını da engelleyebilirler. Hücre zedelenmesine yol açan bütün etkenler, genetik yapının er geç bozulmasına neden olurlar. Ancak, çoğu kez sıra DNA zedelenmesine gelmeden hücre zedelenmesinin derecesi geri dönülebilir noktayı aşmış olur. Öncelikle DNA’yı etkileyerek hücre zedelenmesine yol açan durumların önemli bir kısmını herediter bozukluklar oluşturur.
4. Metabolik bozukluk
Bu tür bozukluk enerji üretiminin ve/veya metabolik fonksiyonların aksaması ile oluşabileceği gibi eksojen veya endojen maddelerin etkisiyle de oluşabilir. Eksojen ajanlar alkolden radyasyona, mikroorganizmalardan ağır metallere kadar değişebilir. Endojen ajanlar olarak daha çok “hücre içi birikimler”de saptanan maddeler (mukopolisakkaritler, yağlar, demir, bakır) sayılabilir. Bunlar, normalde hücrede bulunan bir molekülün (örnek: trigliseridler) aşırı üretim veya yetersiz metabolizma nedeniyle birikmesine bağlı olabileceği gibi, metabolize edilemeyen maddelere de (örnek: bazı gangliosidler) bağlı olabilirler.
Metabolik bozukluklar kendilerini hücre içi sıvı artışı veya değişik türlerde madde birikimleri şeklinde gösterebilir ve hücrenin doğrudan (örnek: kernicterus) veya dolaylı olarak (örnek: hemokromatosis) ölümüne neden olabilirler.
b) Morfolojik bulgular
Hücrelerin canlılıklarını kaybedip kaybetmediklerini göstermenin morfolojik, fiziksel ve biyokimyasal yolları vardır. Morfolojik inceleme ile bir hücrenin ölmüş olduğunu kesin olarak söyleyebilmek için, ölümün üzerinden “yeterince uzun” bir süre geçmesi gerekir. Bu süre içinde, çevredeki canlı dokudaki inaktive olmamış enzimlerin etkisiyle, ölen hücrelerde oluşan değişiklikler fark edilir hale gelecektir. Histokimyasal ve enzimatik yöntemler uygulandığında, henüz morfolojik bulgu vermemiş bir hücre ölümü saptanabilir. Ancak bu yöntemlerin uygulanabilmesi için de, ölümün üzerinden belli bir süre geçmiş olması koşulu geçerlidir.
Patoloji açısından hücre ölümünün iki ana biçimi vardır: Apoptosis ve nekroz. Apoptosis (apotozis okunur), fizyolojik olaylarda sık olarak karşılaşılan bir ölüm biçimidir ve embriyolojik gelişmenin en önemli öğelerinden birini oluşturur. Embriyolojik yaşamda birbirine yapışık olan pek çok yapının (el ve ayak parmakları gibi) zamanla ayrılması, aradaki hücrelerin apoptosisi ile sağlanır. Bu nedenle, apoptosis “programlı hücre ölümü” olarak adlandırılabilir. Ancak, tümörlerde de bu tür hücre ölümü yaygındır ve bir tümörün büyüme hızını etkileyen faktörler arasında apoptosis de bulunur. Bu tür hücre ölümünün tipik özelliği, hücrenin küçülüp büzüşmesi ve kromatin örgüsünün yoğunlaşmasıdır.
Apoptotik hücreler genellikle mononükleer fagositik sistem hücrelerince fagosite edilirler. Bu hücrelere karşı belirgin bir inflamatuar tepkime görülmez. Bağırsak mukozası gibi hızla yenilenen yapılarda apoptosis çok yaygın ve süreklidir.
Nekroz, patolojik nedenlerle oluşmuş hücre ölümüdür ve hücreleri genellikle gruplar halinde tutar. Hücre zedelenmesine yol açabilen bütün etkenler nekroza da neden olabilir. Morfolojik açıdan nekrozun özelliklerinin iyi değerlendirilmesi, bazen etiyolojinin açıklanmasına katkı sağlayabilir. Başlıca nekroz tipleri şunlardır:
Koagülasyon nekrozu
Likefaksiyon nekrozu
Yağ nekrozu
Kangrenöz nekroz
Ayrıca, karaciğer gibi bazı organlarda özel nekroz tipleri de tanımlanmıştır: Güve yeniği biçiminde nekroz, köprüleşme nekrozu gibi. Bunlar, genel nekroz tiplerinin dokularda aldığı özel biçimler olarak kabul edilebilirler. Nekrozun morfolojik görünümünü belirleyen etkenler arasında dokunun cinsi, nekrozun etiyolojisi ve gelişme süreci sayılabilir. Özel bir retikülin örgüsü bulunan karaciğerde son derece yaygın ve şiddetli bir hepatosit nekrozunu tama yakın rejenerasyon izleyebilirken, retikülin çatısından yoksun olan beyin dokusunda göreceli olarak hafif sayılabilecek iskemik durumlarda bile, kalıcı nekroz ve doku kaybı (likefaksiyon) görülür. Çok hızlı gelişen nekrozlarda proteinlerin ve enzimlerin denatürasyonu birlikte olacağından, hücrelerin morfolojik özellikleri kısmen de olsa korunur (koagülasyon n.). Yavaş gelişen bir nekrozda ise, hücre ölümcül biçimde zedelendiği anda hâlâ aktif olan litik enzimlerin açığa çıkması nedeniyle dokuda erime görülür ve bu yüzden morfolojik ayrıntılar seçilemez olur (likefaksiyon n.). Özellikle tüberkülozun tanısında yardımcı olan kazeifikasyon nekrozu, yukarıdaki iki nekroz tipinin bir karışımıdır.
Mikrobiyolojik etkenlere bağlı nekrozların ayırıcı tanısında hem nekrotik olmayan alanlardaki inflamatuar infiltratın niteliğinden hem de lezyonda etken mikroorganizmanın bulunup bulunmadığı bilgisinden yararlanılır. Ancak, patojen mikroorganizmaların saptanmasında asıl olan mikrobiyolojik incelemelerdir. Morfolojik değerlendirmenin bu ayırıcı tanıya katkısının sınırlı olmasının nedeni, nekroz biçimlerinin yalnızca birkaç tane olmasına karşılık, mikrobiyolojik ajanların neredeyse sayılamayacak kadar çok oluşudur. Üstelik, aynı mikroorganizma, değişik koşullarda değişik morfolojik bulgulara yol açabilmektedir.
Organizmanın ölümü
a) Anatomik Patoloji Açısından Ölüm
Doktor, organizmanın ölümünü otopside görür. Hemen bütün ölümlerde görülen tipik bulgular;
- vücut sıcaklığının düşmesi (algor mortis),
- ölü morluğu (livor mortis) ve
- ölü sertliği (rigor mortis)dir.
Ölümden sonra vücut sıcaklığı ilk on iki saatte saat başına 1 santigrat kadar düşer. Normal koşullarda ceset 18-24 saat içinde bulunduğu ortamın sıcaklığına gelir. Vücut sıcaklığının düzenli olarak ve rektumdan ölçülmesiyle bir ölümün üzerinden yaklaşık ne kadar zaman geçtiği kestirilebilir. Ancak, canlı olanlarda da vücut sıcaklığı nörojenik mekanizmalarla düşebileceğinden, bu bulgu, ölümün tanısında tek başına kullanılamaz. Her durumda, ölümden sonraki vücut sıcaklığı değişimleri çevre sıcaklığı ile yakından ilişkilidir.
Ölü morlukları (lekeleri), kanın damarlarda göllenmesi ve zedelenen endotel katmanından dışarı eritrositlerin sızmasıyla oluşur. “Postmortem hipostaz” olarak da adlandırılan bu morluklar, yerçekiminin belirlediği bir dağılım gösterir. Lekeler ölümden yaklaşık 1-3 saat kadar sonra oluşmaya başlar ve 5-6 saat içinde belirginleşerek yaklaşık 12 saat sonra en belirgin duruma gelirler. Dokuları sıkıştıran dış etkenlerin (kemer gibi) bulunduğu bölgelerde ölü morlukları oluşmaz. Sırt üstü yatar durumda ölen bir kişide, skapuler ve gluteal bölgeler “beyaz”, ense ve bel oyuntuları “mor” görülecektir.
Ölü katılığı, ölümün “geç dönem” bulgularından olup, ölümden sonra (bir kas gevşemesi döneminin ardından) bütün düz ve çizgili kasların ATP eksikliği ve laktik asit fazlalığı nedeniyle sertleşmesidir.
Katılığın gelişmesi kişinin ölüm nedenine, ölüm sürecine ve çevresel koşullara bağlı olarak çok değişkenlik gösterebildiğinden; ölü katılığı, ölüm zamanını belirlemede güvenilir biçimde kullanılamaz. Katılaşan kasların boyları katılaşma sırasındaki gibi kalır. (Yüksek ısıya maruz kalma ile olan ölümlerde ise kaslar büzüşüp kısalır ve ceset “fetal” bir görünüm alır). Katılık, 2-6 saat içinde alt çene, ense ve yüzde başlar; bunu izleyen saatlerde omuzlara yayılır ve 12 saat içinde bütün kasları tutar. Sonraki 12 saat içinde katılık sürer ve daha sonra gene yaklaşık 12 saat içinde kaslar yeniden gevşer (ikincil gevşeme). Ölümden 36-48 saat sonra başlayan bu gevşeme-yumuşamadan “çürüme” sorumludur. Çürüme, ölümün geç dönem belirtilerinden bir olarak kabul edilebilir ve vücutta bakterilerin en yoğun olduğu bağırsaklar bölgesinde başlar. Çürümenin dıştan görülen ilk bulgusu karın sağ yanında beliren yeşillenmedir. Ölü katılığı kıl diplerindeki kasları da tuttuğundan, cesetlerde bir süre “ürperme” görüntüsü (cutis anserina/kaz derisi) olabilir; bu bulgu, canlılığı düşündüren yanılgılara neden olabilir.
Ölümün otopside karşılaşılan bu belirtileri daha çok adli tabiplerin işine yararlar. Transplantasyona aday seçiminde karar verici rol oynayan kurulların çalışmaları açısından bu ölüm bulgularının anlamı yoktur. Bu kurulların görevleri arasında ‘verici’ olacakların önceden seçilip belirlenmesinin yanı sıra, vericinin tıp açısından ‘ölmüş olduğunun’ saptanması da bulunmaktadır. Bu saptamanın olabildiğince erken yapılması, alınacak doku ve organların başarıyla transplante edilebilmeleri için çok önemlidir: Yasal ölüm gerçekleşmiş, hücresel ölüm gerçekleşmemiş olmalıdır. Bu anlamda; “ölüm”ün ne zaman gerçekleşmiş olduğunu belirlemek, yalnızca tıbbi değil; etik ve yasal birtakım yaklaşımları da gerekli kılmaktadır.
Uzmanlaşmış olsun olmasın, tüm hekimlerin “ölüm tanısı” koyma ve “ölüm raporu” hazırlama sorumluluğu bulunmaktadır.
b) Adli Tıp Açısından Ölüm
Adli tıp açısından ele alınması gereken ilk konu, “yasal ölüm”ün gerçekleşmiş olup olmadığının saptanmasıdır. Yasalarda tanımlanan ölüm, solunum ve dolaşımın durmasıdır. Yasal ölüm (vücut ölümü) her zaman biyolojik ölüm ile örtüşmez. Solunum ve dolaşımın yalnızca dışarıdan destekle sürdürülebildiği durumlarda kişi yasal olarak ölüdür.
İstatistikler açısından önemli olabilecek bir gruplama da “akut” ve “kronik” ölüm ayrımıdır. İleri yaşlı ve ağır kronik hastalığı olan yatağa bağlı bir kişinin ölümü kronik; trafik kazaları, cinayetler ve miyokard enfarktüsüne bağlı ölümlerin çoğu akuttur. Tıp teknolojisindeki gelişmeler, geride bıraktığımız yüzyılda kronik ölümlerin oranında sürekli artışa neden olmuştur.
Ölümün gerçekleşmiş olduğunun saptanması için, öldüğü sanılan kişinin burun deliklerine tüy, ayna tutmak, parmağına iplik bağlamak (Magnus testi) veya nabzını almaya çalışmak gibi yollara başvurulmuştur. Larinksin stetoskop ile dinlenmesi de solunumun durduğunu anlamak için başvurulan yöntemlerden biridir. Ancak, en yaygın ve en güvenilir yöntem, kalbin stetoskopla 4-5 dakika süreyle dinlenmesidir. Bu süre içinde hiçbir kalp sesi duyulmamışsa kişinin ölmüş olduğu kabul edilebilir. Kornea ve farinks refleksleri kaybolmuştur. Pupiller önce genişler, sonra -ölü katılığının başlamasıyla- daralır.
Profesyonel olmayanların henüz ölmemiş bir insanı ölü olarak değerlendirmeleri, sık görülen bir durumdur. Ancak, hekimler de bu konuda yanılabilirler. Buna özellikle suda boğulma, elektrik çarpması, narkotik veya barbitürat zehirlenmeleri ve yenidoğanda oksijensizlik durumlarında rastlanmaktadır. Savaş, salgın hastalık ve kitlesel ölümlere yol açan doğal afet durumlarında da yanlışlıkla ölüm tanısı konulması olasılığı artar. “Yalancı ölüm” olarak adlandırılan böyle durumlar korku öykülerine konu olmuştur. Kısa aralıklarla yinelenen muayeneler bu tür durumlarda doğru tanı konulmasını sağlar. Kişinin canlı olabileceği konusunda en ufak bir olasılık bile varsa, canlandırma çabaları sürdürülmelidir.
Ölümün gerçekleştiği kesinleşince, adli tıp açısından yapılacak incelemenin en önemli amacı ölümün “doğal” olup olmadığının belirlenmesidir. Herhangi bir ölümle karşılaşan doktor, ölümün “doğal” olmayabileceği konusunda en küçük bir kuşku duyarsa durumu savcılığa bildirmelidir. Bu, daha çok hastane dışındaki ölümler için söz konusu olmakla birlikte, hastanelerde ‘anormal ölüm’ görülmeyeceği de düşünülmemelidir. Ölen kişinin öyküsünde veya muayene bulguları arasında yaralanma veya zehirlenme olasılığı söz konusuysa, ölümü açıklayabilecek anlamlı bir bulgu saptanamamışsa, tıbbi olarak otopsi yapılması için uygun girişimler yapılmış olsa bile, savcılıkla görüşülmelidir. Tıbbi amaçla yapılmakta olan bir otopsi sırasında adli önemi olabilecek bir bulgu ile karşılaşıldığında da otopsiye ara verilerek savcı aranmalıdır.
Adli tıp, bazen ölümün nedeninden çok, oluş biçimiyle ilgilenebilir. Kişinin yeterli oksijen alamaması yüzünden öldüğünün anlaşılması, tıbbi bir otopside ölüm nedeninin saptanmış olması açısından yeterli olabilir. Adli açıdan ise, bu oksijensizliğin bir kaza, bir hastalık veya bir kasıt sonucunda mı geliştiği sorusunun yanıtlanması gerekir. Gene bu açıdan, kalbi delmiş bir ateşli silah mermi çekirdeğinin hangi yapıların hangi kısımlarında ne tür zedelenme yaptığının saptanması, çoğu kez merminin vücuda göğüsten mi sırttan mı girdiğinin saptanması işleminden daha az önemlidir.
Yasalarımıza göre, “adli otopsi” bir patolog ve bir adli tıp uzmanı tarafından birlikte yapılmalıdır. Ancak; ülkemizin koşulları elverişli olmadığından, bu ikilinin birlikte otopsi yapmaları nadir görülen bir durumdur.
c) Beyin Ölümü ve Transplantasyon
Ölüm, gittikçe artan bir hızla tıbbi etiğin gündeminde ön sıralara yükselmektedir. Bunun temel nedeni, transplante edilecek organların zamanında alınabilmesi için, ölümün olabildiğince erken tanımlanması ve ölümün gerçekleşmiş olduğunun hukuksal olarak belirlenmiş olmasıdır. Ölümün tanımı konusundaki tartışmaları bir sohbet konusu olmaktan çıkarıp pratik anlamı olan bir sorun haline getiren de olayın bu hukuksal boyutudur. Ölümün herkes tarafından kabul edilebilir bir tanımının yapılması bu açıdan gereklidir. Fonksiyonel ölüm, somatik ölüm, yasal (legal) ölüm gibi ölüm tanımları yapılmış olmasına rağmen, tıp açısından -organ nakli amacıyla kullanılabilecek – en güvenilir tanım olarak “beyin ölümü” kabul edilmektedir. Beyin ölümü, beyin ve beyin sapının bütün işlevlerinin geri dönüşsüz olarak ortadan kalkmasıdır.
Beyin Ölümünün Tanısı
|
Yıllarca süren tartışma ve çalışmalardan sonra ulaşılan bu tanıma titizlikle uyulduğunda ölümün tam ve kesin olarak tanımlanması mümkündür. Bu tanımın en büyük kusuru, pratik olarak uygulanabilirliğinin az olmasıdır. Örnek olarak, koma halinde hastaneye getirilmiş bir hastanın bu durumunun ilaçlara bağlı olmadığının kesin olarak gösterilebilmesi zor ve zaman alıcıdır. Bu olasılık tam olarak dışlanamadan, bütün beyin fonksiyonları durmuş bile olsa, kişi ölmüş kabul edilemez. Ölüm tanımında beyne bu kadar ayrıcalıklı bir yer vermenin haklı etik nedenleri olsa da, nabzı atan, soluk alan, sıcak tenli bir insanın “ölü” olarak tanımlanabilmesini kabul etmek hem doktorlar hem de hasta yakınları için çok güçtür. Çünkü, beyin ölümü, somatik ölümle örtüşmez. Kişi bu haldeyken organlarının çıkarılması; yasalar önünde kabul edilebilir olsa da, konunun tartışmalı olmaya devam edeceği bellidir. Günümüzde, özellikle Avrupa ülkelerinde beyin ölümünün “gerçekten ölüm” sayılamayacağını savunanlar artmaktadır.
İnsanın (Bireyin) Ölümü
Hastalar açısından bakıldığında, önemli olan tek şey bireysel ölümdür. Hastanın bakış açısını dikkate almak tıp etiğinin temel kavramlarından biridir. Doktorların, ölümün etik, sosyal ve felsefi anlamı konusunda da bilgili olmaları, kendilerini eğitmeleri gereklidir.
İnsanların kendi ölümleri konusunda ne düşündüklerini bilmeden onlara yardımcı olabilmek zordur. Bu konuda, Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı uzun öyküsünü okumak iyi bir başlangıç olabilir:
İvan İlyiç’in Ölümü
İvan İlyiç ölmekte olduğunu görüyor, büyük bir umutsuzluk içinde çırpınıyordu. Ölmekte olduğuna ta derinden inanmakla birlikte, buna alışmak şöyle dursun, ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamıyor, anlamak istemiyordu. Kizeveter’in mantık kitabındaki şu akıl yürütme yolunu bilirdi: “Gaius bir insandır. İnsanlar ölümlü olduklarına göre, Gaius da ölümlüdür.”Ama Gaius için doğruydu bu, kendisine gelince durum değişiyordu. Gaius bir insandı, hem de sıradan bir insan; sıradan biri için sonucun böyle olması doğaldı. Kendisi ise ne bir Gaius idi, ne de sıradan bir insan; öteki insanlardan ayrı, bambaşka biriydi. Annesiyle, babasıyla, oyuncak hayvanları Mitya ve Volodya’sıyla, öbür oyuncaklarıyla, arabacısıyla, dadısıyla, mürebbiye Katenka’sıyla; çocukluğunun, erginliğinin, gençliğinin sevinçleri, anıları, heyecanlarıyla Vanya idi o.Gaius, Vanya’nın o kadar çok sevdiği çizgili meşin topunun kokusunu bilir miydi? Gaius onun gibi annesinin elini öper miydi? Gaius’un annesinin ipek entarisi de onun annesininki gibi tatlı hışırdar mıydı? Hukuk Fakültesinde börek yüzünden başkaldıran Gaius muydu? Vanya gibi o da aşık olmuş muydu? Onun gibi duruşma yönetebilir miydi?Gaius gerçekten ölümlüdür, onun ölmemesi için bir neden yok; ama ben Vanya, İvan İlyiç, başka biriyim… Bütün duygularımla, düşüncelerimle herkesten ayrıyım. Benim ölmek zorunda olmam akıl almayacak bir şey. Çok korkunç bir şey olur bu. (İvan İlyiç’in Ölümü. Yaz.: Lev N. Tolstoy. Çev.: Mehmet Özgül. Engin Yayıncılık 1990. s.344. (ISBN:975-379-133-x) |
Günümüzde, “yaşamın süresi” konusu, bazılarını “yaşamın kalitesi” konusundan daha çok ilgilendirmektedir. Doktorlar arasında da, benzer bir yaklaşım nedeniyle, ölümün önlenmesinin tıbbın temel amacı olduğu yanılgısı yaygındır. Oysa ölüm, yaşam kadar doğaldır. Ölümü, en son fizyolojik olay olarak tanımlayanlar da vardır. Hiç kuşku yok ki, basit bir sıvı-elektrolit kaybı nedeniyle ölebilecek küçük bir çocuğun yaşatılması, doktorun öncelikli görevidir. Ancak, tedavi edilmesi mümkün olmayan hastalıklar için ne yapılacaktır? Kendisini ölümü önlemek gibi olanaksız bir işle görevli sayan bir doktor, kaybedilen hastalar karşısında ne hisseder? Yitirileceği baştan belli bir savaş! Boşa harcanan emekler! Bir başarısızlık! Belki bu yüzden, kimi doktorlar ölmekte olan hastalarından uzak durmaya çalışırlar; oysa, hastanın ilgiye gereksinmesi azalmış değildir. Doktor, bu ilgiyi göstermekle görevlidir.
“Ölümün tıpsallaştırılması” terimi, 1950’lere kadar olan dönemde, yakınların önünde, “anne”, “baba”, “dede”, “nine” olarak yaşanan, herkesin geçmişini ve geleceğini değerlendirme fırsatı bulduğu toplumsal bir olay olan ölümün günümüzdeki değişimini anlatır. Günümüzde; ölümler, bir hastane odasında, çevresinde borular, kablolar, makineler olan bir “organizmanın” çalışmaz hale gelmesi biçiminde gerçekleşmektedir. İnsanın, kişiliği, anıları, ilişkileri olan bir “birey” olarak ölebilmesi artık zordur.
Öte yandan, tıbbın kendini görevli saydığı bu konuda ne denli başarılı olduğu da sorgulanabilir: Kaliforniya’ da 1976’da doktorların yaptığı 5 hafta süreli grev sırasında, Los Angeles kentinde haftalık ölüm oranı 100 binde 19.8’den 16.2’ye düşmüş; grevin bitmesinden sonraki hafta bu oran 20.4’e çıkmıştır.
Tıbbi etik, doktor ve hastaların haklarını, görevlerini ve birbirleriyle ilişkilerini inceler. Başka bir deyişle, doktorun mesleğini nasıl icra edeceği konusu tıbbi etiğin alanına girer. Doktor-hasta ilişkisini herhangi iki insanın ilişkisinden farklı kılan özelliklerin fazlalığı, doktorların bu konuda iyi bilgilenmiş olmalarını gerektirmektedir. Günümüzün geçerli etik yaklaşımları, hastayı doktorun buyurduklarını yapan pasif bir konumda değil, kendisine yapılacak olanları anlayan, yeri geldiğinde belirleyen ve onaylayan aktif bir konumda tutmaktadır.
İnsanların ölüme yaklaşımlarını belirlemede dinsel kavramların da önemli yeri vardır. Ölümden sonra neler olacağını dinsel bağlam dışında düşünmek zordur. Özellikle ölmekte olan hastaların gereksinimlerini karşılamayı amaçlarken özen gösterilmelidir. Bu dönem, inançların sorgulanması/sınanması için uygun sayılmaz. Doktor ve hastanın böyle bir dönemde herhangi iki insan gibi tartışmaları, birbirlerinin düşüncelerini eleştirmeleri iyi bir profesyonel ilişki olarak kabul edilemez. Doktor, ettiği yeminin de gereği olarak, – kendi inancına ters bile olsa – her türlü inanca saygı göstermek durumundadır.
Hastanelerde, ölümü yaklaşan hastaların çevresinde bir “bilgi oyunu” oynanır. Ölmekte olan ve çevresindekiler, kalan yaşam süresi konusunda bir diğerinin ne bildiğini tahmin etmeye çalışırlar. Ölmekte olanın ailesi de hastayı incitme korkusuyla suskun kalır veya ne söyleyeceklerini bilemediklerinden ondan kaçar. Doktorlar terminal dönemdeki hastanın, kendi durumunun ne kadar ağır olduğunu öğrendiğinde umutsuzluğa kapılacağı ve bunun ölümü hızlandıracağı inancıyla oyuna katılırlar. Ölecek olan bile, yakınlarının ve hastane çalışanlarının gayretlerini fark ettiğini göstermek ve bunların etkili olduğunu onlara kanıtlamak için oyuna katılabilir.
Doktorun ölmekte olanlara yönelik görevi, onların biyolojik birer nesne olarak değil, düşünen, anlayan, sosyal konumu ve anıları olan “bireyler” olarak ölebilmelerini sağlamaktır. Bu, insanı yaşatmaya çalışmaktan daha az kutsal değildir.
Sonuç
Bu ders notunun amacı, ölüm konusunda bilgilenmeniz kadar – hatta ondan çok – düşünmenizi sağlamaktır. Bu konudaki bazı sözlere bakıldığında, ölümün burada değinilmeyen boyutları da sezilebilir.
Doktorlar, en çok ölü ve ölüm gören insanlardandır; ölüme ilgisiz kalamazlar!
Çoğu insan, düşünmektense ölmeyi yeğler. | Bertrand Russell |
Ölmekten korkuyor değilim; ölürken orada olmak istemiyorum, o kadar… |
Woody Allen |
Ölümsüzlük arzusunu doğuran, ölüm korkusu değildir; ölümsüzlük arzusu, ölüm korkusunu doğurur. |
Otto Weininger |
Dizleri üstünde yaşamaktansa, ayakları üstünde ölmek yeğdir. |
Emiliano Zapata |
Hiçbir şey için ölmeyecek biri, yaşamayı hak etmemiştir. |
Martin Luther King, Jr. |
Yaşam güzeldir. Ölüm huzur doludur. Zor olan, birinden ötekine geçmek… |
Isaac Asimov |